Kobitek.com web sitesi, analitik ve kişiselleştirme dahil olmak üzere site işlevselliğini sağlamak ve reklam gösterimini optimize etmek için çerezler gibi verileri depolar.
Şekilde görülen Christian Sarkar’ın Yoksulluk Ekosistemini çok güzel anlatan görsel, uzun zamandır üzerine kafa yorduğum “prekarya” meselesiyle yakından bağlantılı olması nedeniyle dikkatimi fazlasıyla çekti. Christian’ın iznini alarak önce bu görseli Türkçeye çevirdim ve görselin genel mesajını daha anlaşılır kılmaya çalıştım.
Açıkça görülüyor ki bu “yoksulluk ekosistemi”, doğrudan kapitalist sistemin iç mantığından kaynaklanan bir dizi faktörün iç içe geçmesiyle giderek büyüyen ve derinleşen bir yapıya işaret ediyor.
Bu noktada Karl Marks’ın kapitalizmin iç çelişkilerine dair vurguladığı fikirlerin, özellikle kapitalist üretim ilişkilerinin yarattığı artı-değer sömürüsü ve gelir eşitsizliği konusundaki eleştirilerinin, bu “ekosistemi” anlamada önemli bir çerçeve sunduğunu söyleyebiliriz. Ancak esas soru, bu sistemi var eden aynı mantık içinde onu kökten çözmenin mümkün olup olmadığıdır. Burada Albert Einstein’ın “Sorunlarımızı, onları yaratan aynı düşünce tarzıyla çözemeyiz” sözü hem ufuk açıcı hem de oldukça düşündürücü bir temel sağlar.
Yoksulluk, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sosyoekonomik kalkınma ve toplumsal refahın önündeki önemli engellerden biridir. Kavram olarak yoksulluk, genellikle gelir yetersizliği veya temel ihtiyaçlara erişememe şeklinde tanımlansa da aslında çok boyutlu ve karmaşık bir yapıya sahiptir. Türkiye’de yoksulluk, tarihsel süreç, ekonomik dinamikler, sosyal politikalar ve toplumsal değerler etrafında şekillenen bir “ekosistem” olarak ele alınmalıdır. Bu ekosistem, yoksulluğun oluşma nedenlerinden mücadele yöntemlerine kadar pek çok faktörü barındırır.
Yoksulluk, birçok kişinin aklına ilk bakışta sadece “para eksikliği” şeklinde gelse de aslında eğitim, sağlık, barınma, beslenme ve hatta toplumsal katılım gibi konuları da kapsayan çok boyutlu bir sorundur.
Sarkar’ın görseli, yoksulluğun bu farklı boyutlarını birbiriyle ilişkili alt sistemler olarak ortaya koyuyor: Örneğin, “yetersiz gelir” yalnızca hane halkı bütçesinin değil aynı zamanda eğitim fırsatlarının, sağlık hizmetine erişimin ve toplumsal hayata katılımın da önünde engeldir. Bu durum, bir kısırdöngü yaratarak yoksulluğun nesiller boyunca aktarılmasına neden olabilir.
Aynı zamanda bu ekosistem, insanların çeşitli kırılganlık noktalarına (kayıt dışı istihdam, işsizlik, ayrımcılık, toplumsal cinsiyet eşitsizliği vb.) işaret eder. Türkiye’de yoksulluk meselesi de benzer dinamiklerle açıklanabilir: Yüksek enflasyon, düşük ücretler, eğitimdeki kalite sorunları, kentleşmenin yol açtığı yeni problemlerin yanı sıra kırsal bölgelerde süregelen geleneksel yoksulluk gibi faktörler, birbirlerini besleyen halkalar hâlinde karşımıza çıkar.
Yoksulluk, yalnızca kişilerin yeterli gelire sahip olmaması değil, aynı zamanda eğitim, sağlık, barınma, beslenme gibi temel insan ihtiyaçlarından mahrum kalma durumunu da ifade eder. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP), insani gelişme indeksinde gelir düzeyinin yanı sıra sağlık ve eğitim göstergelerini de kullanarak yoksulluk analizleri yapar (UNDP, 2022). Dolayısıyla yoksulluk, bir toplumdaki bireylerin yalnızca parasal kaynaklarını değil, aynı zamanda sosyal ve insan sermayelerini de etkileyen çok boyutlu bir sorundur.
Ekonomik açıdan yoksulluk, sıkça göreli yoksulluk ve mutlak yoksulluk olarak iki ana kategoride ele alınır:
Mutlak Yoksulluk: Belirli bir gelir seviyesi veya tüketim düzeyinin altında kalma hâlidir. Dünya Bankası, mutlak yoksulluk çizgisini günlük 2,15 dolar (satın alma gücü paritesine göre) olarak revize etmiş ve bu eşiğin altında kalanları “aşırı yoksul” olarak tanımlamıştır (World Bank, 2022).
Göreli Yoksulluk: Bireylerin veya hanelerin ortalama gelir düzeyine kıyasla ne kadar geride kaldığına odaklanır. Göreli yoksulluk, toplumun ortalama veya medyan gelirinin belirli bir yüzdesinin altında kalma şeklinde ölçülür.
Türkiye’de yoksulluğu anlamak için bu iki yaklaşımın yanı sıra, temel ihtiyaçların ne ölçüde karşılanabildiği, eğitim ve sağlık imkânlarına erişim gibi faktörlere de bakmak gerekir. Zira kişi başına düşen gelirin artması tek başına yoksulluğun azaldığı anlamına gelmez. Aynı şekilde, “yoksulluk tuzağı” olarak adlandırılan mekanizmalar, bireylerin yoksulluk döngüsünden çıkmasını güçleştirir. Bu tuzak, düşük eğitim seviyesi, işsizlik, kayıt dışı istihdam, kadınların iş gücüne katılımındaki zorluklar, bölgesel eşitsizlikler ve benzeri unsurlarla beslenir.
Türkiye özelinde yoksulluğun tarihsel gelişimi, Cumhuriyet’in ilk yıllarından başlayarak pek çok ekonomik ve politik kırılma noktasından geçmiştir. Osmanlı’dan devralınan tarım ağırlıklı ekonomi, erken Cumhuriyet döneminde devletçilik uygulamalarıyla sanayileşmeyi hedeflese de nüfusun büyük kesimi kırsal bölgelerde, düşük verimlilik ve yetersiz altyapı koşullarında yaşamıştır. 1950’lerde tarımda makineleşme, Marshall Yardımı ve iç göç dalgası, kırsaldaki yoksullukla kentteki işsizlik ve gecekondu bölgelerini iç içe geçirerek daha görünür kılmıştır.
1980 sonrası liberal politikalarla hızlanan kentleşme ve sermaye birikimi, elbette ekonomik büyümeyi teşvik etmiştir; ancak Marks’ın “kâr dürtüsüne” dayanan kapitalizm eleştirisi bağlamında, söz konusu büyümenin meyveleri toplumsal kesimler arasında eşit dağılmamıştır. Karl Marks’ın önemli fikirlerinden biri, kapitalist toplumda emeğin “metalaşması” ve bu süreçte emeğin karşılığının çoğu zaman üretimin gerçek değerinden düşük kalmasıdır. Türkiye’de kayıt dışı istihdam, düşük ücret politikaları ve sendikalaşma oranının düşüklüğü, bu görüşün pratikteki yansımalarına örnek olarak gösterilebilir.
Özellikle 1990’lardan itibaren yaşanan ekonomik krizler, 2001’deki büyük bunalım, 2008 küresel krizi ve son yıllarda yaşanan enflasyonist dalgalanmalar; yoksulluk sınırının altındaki nüfusu sürekli genişletmiştir. Prekarya kavramının Türkiye’de karşılık bulması da bu döneme denk gelir: Her an işini kaybetme korkusuyla yaşayan, güvencesiz ve esnek çalışma düzenine tabi bireyler, belirsizlik içerisinde sürekli bir “yoksulluk riski”yle yüzleşmektedir.
Osmanlı Devleti’nden devralınan savaş yorgunu bir toplum, henüz belirgin bir sanayi altyapısının olmaması ve okuma-yazma oranının çok düşük seviyelerde seyretmesi, erken Cumhuriyet döneminde yoksulluk mücadelesini oldukça güçleştiren faktörlerdi. Bu dönemde temel hedef, ekonomik bağımsızlığın sağlanması ve tarımın modernizasyonu yoluyla ülkenin kendi kendine yeter hâle gelmesiydi.
Devletçilik Politikaları: 1930’lu yıllarda uygulanan devletçilik politikası, sanayi tesislerini kurma ve kalkınmayı hızlandırma amacı taşıyordu. Sümerbank, Etibank, Demir Çelik Fabrikaları ve benzeri kurumların kuruluşu, işsizlik ve yoksullukla mücadelede kısmi bir ivme sağladı. Ancak ülkenin büyük bölümünde kırsal kesimde yaşayan halkın refah seviyesi hâlâ çok düşüktü.
Köy Enstitüleri (1940’lar): Kırsal alandaki eğitim sorunlarını çözmek üzere açılan Köy Enstitüleri, toplumun eğitim düzeyini ve üretkenliğini artırarak yoksullukla uzun vadede mücadele etmeyi hedefledi. Bu kurumlar, özellikle tarımsal üretimi modern yöntemlerle artırmayı ve kırsal kesimdeki yaşam koşullarını iyileştirmeyi amaçlamıştı.
Yine de bu yıllarda altyapı eksiklikleri, sağlık hizmetlerinin zayıflığı ve henüz yeterince kurumsallaşmayan ekonomik yapı, geniş halk kitlelerinin düşük gelir seviyesine sahip olmasına neden oluyordu.
1946’da çok partili sisteme geçilmesi ve 1950 seçimleriyle Demokrat Parti’nin (DP) iktidara gelmesi, tarım sektöründe önemli değişikliklere yol açtı. ABD’den alınan Marshall Yardımı çerçevesinde traktör ve benzeri tarım makinelerinin sayısı arttı, karayolları yapımı hızlandı. Bu gelişmeler, tarımda kısmi bir verimlilik artışına sebep olurken, köy nüfusunun hızlı artışı ve hâlen sınırlı olan sanayileşme, yoksulluğu tam olarak ortadan kaldıramadı. Bununla birlikte,
İç Göçün Başlangıcı: 1950’lerde ve 1960’larda başlayan iç göç dalgası, kırsal kesimdeki ekonomik zorluklardan kurtulmak isteyen büyük kitlelerin İstanbul, Ankara, İzmir gibi şehirlere akın etmesine yol açtı. Ancak kentlerde yeterli istihdam ve konut politikaları olmaması, “kent yoksulluğu”nun temellerini attı.
Tarıma Dayalı Ekonominin Sınırları: Tarımda makineleşme, iş gücüne olan ihtiyacı azaltırken, alternatif iş alanları henüz çok gelişmediğinden kırsal alanlarda işsizliği ve yoksulluğu artırdı.
1960’larda devlet, beş yıllık kalkınma planları hazırlayarak ekonomik ve sosyal politikaları daha planlı biçimde yönetmeye çalıştı. Bu dönemde sanayileşme politikaları ve bazı sosyal reformlar gündeme geldi:
Sanayi Odaklı Büyüme: Kamu İktisadi Teşebbüsleri (KİT) ve özel sektör ortaklığıyla çeşitli sanayi kollarında üretim teşvik edildi. Özellikle tekstil, çimento, demir-çelik ve otomotiv sektörlerinde kapasite artışı hedeflendi. Ancak bu büyüme, çoğunlukla kentli bir nüfusu hedefliyor, kırsal kesimdeki yoksulluğu gidermek için yeterince kapsayıcı olamıyordu.
Sosyal Güvenlik Sisteminin Genişlemesi: 1970’lerde sosyal güvenlik kurumlarının kapsamı artırılmaya başlansa da hâlâ büyük bir kayıt dışı kesim vardı ve bu kesim herhangi bir sosyal güvenceye sahip değildi.
Bu dönemlerde ekonomik büyüme zaman zaman hızlansa da özellikle siyasi istikrarsızlıklar, 1974 petrol krizi ve dünya ekonomisindeki dalgalanmalar, Türkiye’deki enflasyonun yükselmesine ve işsizliğin artmasına neden oldu. Sonuçta, kırsal ve kentsel yoksulluk varlığını sürdürüyor, göç dalgaları ise devam ediyordu.
1980 askerî darbesinin ardından, Türkiye ekonomisinde köklü bir dönüşüm süreci başladı. Turgut Özal yönetiminde uygulanan liberal politikalar, dışa açık bir büyüme modelini benimsiyordu. İhracat teşvikleri, serbest piyasa uygulamaları ve yabancı yatırımcıya verilen kolaylıklar, ekonominin bazı sektörlerinde canlanma sağladı. Öte yandan:
Köyden Kente Göçün Hızlanması: Liberal politikaların yarattığı sanayi ve hizmet sektörü büyümesi, daha fazla iş umuduyla göçü hızlandırdı. Ancak bu hızlı göç, büyük kentlerde planlama sorunları, gecekondu bölgelerinin artışı ve kayıtdışı istihdamın büyümesi şeklinde sonuçlar doğurdu.
Enflasyon ve Gelir Dağılımı Sorunları: 1980’li ve 1990’lı yıllar, Türkiye ekonomisinde yüksek enflasyonun sıkça görüldüğü dönemler oldu. Gelir dağılımının bozulması ve sabit gelirli kesimlerin alım gücünün düşmesi, özellikle kentlerde yoksulluğu derinleştirdi.
1990’lar, Türkiye ekonomisinde yapısal sorunların su yüzüne çıktığı, siyasi istikrarsızlığın arttığı ve bir dizi ekonomik krizin yaşandığı bir dönemdi:
1994 Krizi: Döviz kuru dalgalanmaları ve kamu maliyesindeki açıklar, yüksek enflasyon ve devalüasyonla sonuçlandı. Pek çok işletme iflas etti, işsizlik yükseldi. Kentlerde dar gelirli kesimler, temel ihtiyaçlarını karşılamakta ciddi zorluklar yaşadı.
1999 Marmara Depremi: Ekonomik sorunların yanı sıra büyük doğal afetler de yoksulluğu körükledi. Marmara Bölgesi’nde yaşanan büyük deprem, binlerce insanın evsiz kalmasına, işsizliğin artmasına ve sosyal güvenlik ağlarının yetersizliğinin ortaya çıkmasına neden oldu.
Bu dönemde, aileler arası dayanışma ve sivil toplum kuruluşlarının yardımları kısmen yoksulluğun etkilerini hafifletse de yapısal değişiklikler olmadığı için krizlerin yarattığı yıkım uzun süre giderilemedi.
2001’de yaşanan büyük ekonomik kriz, Türkiye tarihinin en derin bunalımlarından biri olarak kabul edilir. Bankacılık sektöründeki çöküş, döviz kurlarındaki sert yükseliş ve yüksek enflasyon, geniş kesimleri hızla yoksulluğa sürükledi:
İşsizlikte Ani Artış: Birçok özel sektör kuruluşu küçülmeye veya kapanmaya gitti; binlerce kişi işsiz kaldı. Sabit gelirli kesimler, yükselen enflasyon karşısında geçimlerini sağlamakta daha fazla zorlandı.
Sosyal Politikaların Gözden Geçirilmesi: Krizin ardından gelen yapısal reformlar, bankacılık sistemini ve kamu maliyesini yeniden düzenledi. Aynı dönemde sosyal yardımların kapsamı genişletilmeye başlandı. Örneğin, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları (SYDV) daha görünür hâle geldi.
2002 sonrası dönemde siyasi istikrarın görece artması ve ekonomideki toparlanma, 2001 krizinin yoksulluğa etkilerini azaltmaya başladı. Yine de kırsal kesimdeki tarımsal sorunlar, kadın ve genç işsizliği gibi yapısal problemler devam etti.
2008’de ABD’de başlayan ve tüm dünyaya yayılan finansal kriz, Türkiye ekonomisini de etkiledi. Fakat 2001 krizinden sonra yapılan bankacılık reformları ve kamunun bütçe disiplinine dönük önlemleri, Türkiye’nin bu küresel çalkantıdan görece daha az zarar görmesini sağladı. Yine de:
İhracat Pazarlarındaki Daralma: Avrupa’daki durgunluk, Türkiye’nin ihracat gelirlerini düşürdü ve sanayi sektöründe daralmaya yol açtı. Bu daralma, işsizliği bir süreliğine yükseltip hanehalkı gelirlerini azalttı.
Kayıtdışı İstihdamın Büyüklüğü: Ekonomik belirsizlik dönemlerinde işverenler, kayıt dışı çalıştırmayı tercih ediyor. Dolayısıyla yoksulluk riski yüksek kesimlerin sosyal güvenlikten mahrum kalması, krizin etkilerini daha da derinleştirdi.
2010’ların başında Türkiye ekonomisi, hızlı bir büyüme trendine girdi. Altyapı yatırımları, inşaat sektörünün canlanması ve artan iç tüketim, kısa vadede refahı kısmen artırsa da gelir adaletsizliğini ve yoksulluğu ortadan kaldırmaya yetmedi.
Bölgesel Kalkınma Farklılıkları: Bu dönemde büyükşehirler hızlı büyürken, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde hâlâ yüksek işsizlik ve düşük gelir seviyeleri devam etti. Bu eşitsizlik, iç göç dalgalarını canlı tuttu ve kent yoksulluğunu besledi.
2013 Sonrası Kurlardaki Dalgalanmalar: 2013 itibarıyla küresel ölçekte yaşanan likidite daralması ve Türkiye’deki siyasi belirsizlikler, Türk Lirası’nın değer kaybetmesine neden oldu. Döviz kurlarındaki artış, ithal girdi maliyetlerini yükseltti, enflasyonu tetikledi ve dar gelirli kesimlerin alım gücünü zayıflattı.
2020’de küresel boyutta etkili olan COVID-19 salgını, Türkiye’de de birçok sektörü olumsuz etkiledi. Özellikle hizmet, turizm ve küçük işletmeler, kapanmalar ve kısıtlamalar nedeniyle büyük yara aldı:
Kayıt Dışı ve Günlük Çalışanlar: Turizm, restoran, kafe ve perakende gibi sektörlerde kayıtdışı ve günlük kazanca dayalı işlerde çalışanlar, gelirlerini tamamen kaybetme riskiyle karşılaştı. Bu durum, kent yoksulluğunu pandemi sürecinde hızla derinleştirdi.
Devlet Destekleri ve Sosyal Yardımlar: Pandemi döneminde dar gelirli hanelere yönelik nakdi yardımlar ve kısa çalışma ödeneği gibi uygulamalar devreye girdi. Ancak yardım mekanizmalarının kapsamı yeterli olmadı, kayıt dışı çalışan kesimler çoğunlukla bu desteklerden mahrum kaldı.
2023 ve sonrası, Türkiye için hem ekonomik hem de toplumsal açıdan çalkantılı bir dönem olarak kayıtlara geçmektedir:
2023 Depremleri ve Bölgesel Yoksulluk: 2023’te meydana gelen büyük depremler, özellikle Güney ve Doğu Anadolu bölgelerinde binlerce insanın hayatını kaybetmesine, altyapının zarar görmesine ve büyük bir insani kriz yaşanmasına neden oldu. Deprem bölgelerinden farklı şehirlere doğru yeni bir göç dalgası başladı. Barınma, istihdam ve temel ihtiyaçların karşılanması konusunda yaşanan zorluklar, hâlihazırda var olan yoksulluk sorununu daha da derinleştirdi.
Yüksek Enflasyon ve Alım Gücü Kayıpları: 2023-2025 arası dönemde enflasyon oranlarının yükselmesi, düşük ve orta gelirli grupların gelirlerini reel olarak eritti. Gıda, enerji ve barınma maliyetlerindeki artışlar, yoksulluk sınırının altında yaşayan kesimlerin sayısını artırdı.
Uluslararası Ekonomik Ortam ve Jeopolitik Riskler: Küresel enerji fiyatlarındaki dalgalanmalar, Rusya-Ukrayna çatışmasının bölgesel ticarete etkileri ve jeopolitik gerginlikler, Türkiye’nin ihracat piyasalarını ve turizmini dalgalı bir seyirle karşı karşıya bıraktı. Bu tür belirsizlikler, ekonomik planlama ve istihdam yaratma çabalarını sekteye uğratarak yoksulluk riskini yükseltmeye devam ediyor.
Para Politikaları ve Sosyal Yardım Politikalarının Etkisi: 2025’e doğru ilerlerken, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın (TCMB) faiz ve kur politikaları ile hükûmetin uyguladığı sosyal yardım programları, yoksullukla mücadelenin ana araçları hâline geldi. Ancak ekonomik istikrar sağlanamadığı sürece, enflasyonist ortam ve işsizliğin yüksek seyri nedeniyle dar gelirli kesimler daha kırılgan kalmaktadır.
Gelinen noktada Türkiye’de yoksulluk, tarihsel olarak birikmiş yapısal sorunların, küresel ve bölgesel krizlerin ve ülkenin kendi iç dinamiklerinin kesişiminde daha da çetrefilli hâle gelmiştir. 1923’ten itibaren tarımın modernizasyonu, sanayileşme, kentsel büyüme, krizler ve reformlarla şekillenen yoksulluk olgusu, 2025’e yaklaşırken hâlâ çözüme kavuşmuş değildi. Kent ve kırsal arasındaki gelir uçurumu, kayıt dışı istihdamın yaygınlığı, enflasyonist baskılar ve doğal afetlerin yıkıcı etkisi, yoksulluk ekosistemini canlı tutan ana unsurlardır.
Tüm bu tarihsel arka plan, Türkiye’de yoksulluğu anlamak için tek boyutlu bir yaklaşımın yetersiz kalacağını gösterir. Ekonomi politikaları, sosyal güvenlik mekanizmaları, eğitim ve sağlık altyapısı, toplumsal cinsiyet rolleri ve bölgesel kalkınma gibi alanlarda kapsamlı dönüşüm gerekmektedir. Özellikle 2023 depremlerinin etkileri ve devam eden enflasyonist ortam, 2025 ve sonrasına dair yoksullukla mücadeleye yönelik stratejilerin aciliyetini gözler önüne sermektedir.
Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren kökleşmiş yapısal sorunların pandemi, doğal afetler ve küresel ekonomideki gerilimlerle birleşmesi sonucu ortaya çıkan bu tablo, Türkiye’de yoksulluğun bir “ekosistem” olarak ele alınmasını zorunlu kılmaktadır. Yoksulluk, yalnızca ekonomik büyüme rakamlarıyla değil, aynı zamanda sürdürülebilir kalkınma, toplumsal dayanışma, doğru yönetilen göç ve iş gücü piyasası politikaları, kapsayıcı eğitim ve sağlık sistemleriyle ancak uzun vadede azaltılabilir. Dolayısıyla 2025 ve sonrasına yönelik öngörüler, kapsamlı reformlar ve bütüncül yaklaşım olmadığı sürece yoksulluk sorununun kronik bir nitelik taşımaya devam edeceğini göstermektedir.
--devam edecek--
1954 doğumlu olan Tufan Karaca, Kadıköy Maarif Koleji’nden mezun olduktan sonra eğitimini Virginia Polytechnic Institute and State University’de tamamlamıştır. 45yıllık profesyonel yaşamının 20 yılını dokuz farklı ülkede, uluslararası şirketlerde üst düzey yöneticilik yaparak geçirmiştir.
İş dünyasında edindiği deneyimleri eğitim alanına da taşıyarak, Yeditepe Üniversitesi ve Özyeğin Üniversitesi gibi önde gelen üniversitelerde dersler vermiştir. Halen yönetim danışmanı olarak kariyerini sürdüren Karaca, yönetim eğitimleri ve stratejik danışmanlık hizmetleri sunarak, modern iş yönetimi ilkelerini ve trendlerini kurumlara aktarmaktadır.
Yönetim alanındaki uzmanlığını kaleme aldığı “Girişimciler için Kolay ve Hızlı İş Planı Hazırlama”, “Career Management In a Disrupted World “, “Yeni Dünya Düzeninde Kariyer Yönetimi”, “Arts Entrepreneurship: How to Craft Your Creative Business Model”, “Sanatta Girişimcilik - YARATICI İŞ MODELİNİZİ NASIL GELİŞTİRİRSİNİZ? “gibi kitaplarıyla geniş bir kitleyle buluşturan Karaca, girişimcilik, stratejik esneklik ve VUCA gibi güncel yönetim konularında çalışmalarını sürdürmektedir.
Destekçilerimize Teşekkürler
Kozyatağı Mahallesi Sarı Kanarya Sokak
Byofis No: 14 K:7 Kadıköy 34742 İstanbul
Telefon: 0216 906 00 42 | E-Posta: info@ kobitek.com
KOBITEK.COM, bir
TEKNOART Bilişim Hizmetleri Limited Şirketi projesidir.
2001 yılından beri KOBİlere ücretsiz bilgi kaynağı olma hedefi ile, alanında uzman yazarlar tarafından sunulan özgün bir iceriğe sahiptir.
Tüm yazıların telif hakları KOBITEK.COM'a aittir. Alıntı yapılabilir, referans verilebilir, ancak yazarın kişisel bloğu dışında başka yerde yayınlanamaz!!!