Kobitek.com web sitesi, analitik ve kişiselleştirme dahil olmak üzere site işlevselliğini sağlamak ve reklam gösterimini optimize etmek için çerezler gibi verileri depolar.
Özellikle Sahra Altı Afrika ve Güney Asya gibi bölgelerde uzun süreli ekonomik geri kalmışlık, eğitim ve sağlık hizmetlerine erişimsizlik yoksulluğun kuşaklar boyu sürmesine yol açmaktadır.
Dünyada halen yaklaşık 700 milyon insan günde 2,15 doların altında bir gelirle aşırı yoksulluk koşullarında yaşamaktadır (bu da küresel nüfusun %8,5’ine denk gelir). Bu aşırı yoksul kesimin üçte ikisinden fazlası Afrika’nın güneyinde veya savaş ve çatışma kaynaklı kırılganlık yaşayan ülkelerde yaşamaktadır. (Kaynak: Dünya Bankası)
Dolayısıyla çatışmalar ve siyasi istikrarsızlık da fakirliğin önemli bir nedeni ve sonuç olarak karşımıza çıkmaktadır: Savaş ve iç karışıklıklar, ekonomik faaliyetleri yok ederek insanları yoksullaştırır. Örneğin Suriye, Yemen gibi ülkelerde savaş milyonları yardıma muhtaç hale getirmiştir.
Yine de barış içinde olan toplumlarda bile fakirlik görülebilir; bu durumda sebepler arasında işsizlik, eğitimsizlik, altyapı eksikliği, sağlık hizmetlerine erişimde sıkıntılar sayılabilir.
Kötü yönetişim ve yolsuzluk da kalkınmayı engelleyerek fakirliği besler. Devlet kaynaklarının halka ulaşmaması, rüşvet ve kötü yönetim, fakir halkın sosyal hareketliliğini kısıtlar. Tarihsel olarak sömürgecilik dönemi de birçok yoksul ülkenin ekonomik olarak güçsüz başlamasına yol açmıştır; bu miras günümüzde de hissedilir. Toplumsal ayrımcılık (etnik, dini, cinsiyet temelli) da bazı grupların yapısal olarak fakir kalmasına neden olabilir.
Özetle fakirlik, karmaşık ve çok boyutlu bir sorundur: Ekonomik durgunluk, eşitsizlik, eğitim eksikliği, çatışma ve kötü yönetim gibi etkenlerin bir araya gelmesiyle ortaya çıkar ve kendini yeniden üretir.
Daron Acemoğlu ve James A. Robinson, Why Nations Fail kitabında ulusların zengin veya fakir olmasında kurumların belirleyici olduğunu savunur. Kapsayıcı kurumlar, mülkiyet haklarını korur ve toplumsal katılımı teşvik eder; böylelikle yenilik ve yatırım artar, sürdürülebilir kalkınma mümkün olur.
Buna karşılık sömürücü kurumlar, serveti ve gücü dar bir kesimin elinde toplar ve halkın çoğunluğunun ekonomik fırsatlara erişimini kısıtlayarak yoksulluğu kalıcı hale getirir. Yazarlar, coğrafya, kültür veya cehalet gibi faktörlerden çok, iktidarın nasıl paylaşıldığı ve kurumların ne kadar kapsayıcı olduğunun belirleyici olduğunu öne sürer.
Acemoğlu ve Robinson, kurumsal değişimin genelde tepeden inme değil, tabandan baskı ile gerçekleştiğini belirtir. Tarihte kurumların dönüşümü genellikle kritik dönemeçler esnasında mümkün olmuştur: büyük savaşlar, ekonomik buhranlar veya siyasi krizler, eski düzenin sarsılmasına yol açarak değişim fırsatı yaratmıştır. Örneğin İngiltere’de 1688 Şanlı Devrimi (Glorious Revolution), aristokrasi ile burjuvazinin ittifakı sayesinde kraliyetin yetkilerini kısıtlamış ve mülkiyet haklarını güvence altına alan kurumların temellerini atmıştır. Bu, Sanayi Devriminin Britanya’da filizlenmesinin önkoşullarını yaratmıştır.
Yazarlar, benzer şekilde, birçok ülkede elitlerin kendi aralarındaki rekabeti veya halktan gelen baskılar sonucu taviz vermek zorunda kaldığını ve böylece daha kapsayıcı kurumlara geçiş yapılabildiğini anlatırlar. Elitlerin gönüllü olarak güçlerini halka devretmesi nadir ve belirli şartlarda olur; genelde ya bölünmüş bir elit tabaka vardır ya da alt sınıfların isyanı/direnci tehdidi oluşmuştur.
Bu nedenle, Acemoğlu’na göre kalkınmak isteyen ülkelerde sivil toplumun ve bilinçli bir orta sınıfın varlığı çok değerlidir: Değişim, çoğunlukla içeriden gelen reform talepleriyle ve gerektiğinde kitlesel baskıyla gerçekleşir. Dış dünyanın (uluslararası toplumun) rolü ise sınırlıdır; dış baskı veya yardım, ancak içeride bu yönde bir dinamik varsa işe yarar. Aksi takdirde dış müdahalelerle “iyi kurumlar” inşa etmeye çalışmak, Irak ve Afganistan örneklerinde görüldüğü gibi, yokuş yukarı bir mücadeledir ve kalıcı sonuç vermeyebilir.
Acemoğlu’nun önerdiği çözüm, ülkelerin kendi iç dinamikleriyle kapsayıcı kurumlara geçiş yapmasıdır. Bunun için hem toplumların politik bilinç ve örgütlülük düzeyini yükseltmesi (demokratik talepler, yolsuzluğa karşı mücadele, hukukun üstünlüğü isteği vb.) hem de uluslararası camianın kötü yönetimleri meşrulaştırmamaya özen göstermesi gerekir. Yazarlar, dış yardımlardan ziyade yönetişim reformlarının ve hesap verebilirlik mekanizmalarının kurulmasının gelişme için ön şart olduğunu vurgularlar. Bir ülke kapsayıcı kurumlar inşa edebilirse, kaynaklarını verimli kullanarak zenginleşebilecektir; edemezse, zengin doğal kaynaklara veya en parlak kalkınma projelerine sahip olsa bile sonuç alamayacaktır
Fakir ülkelerin kalkınmasına yönelik desteklerin hem bu ülkeler hem de küresel ekonomi için olumlu sonuçlar doğurduğu görülmektedir. Tarihsel olarak, sanayileşmiş ülkeler ile gelişmekte olan ülkeler arasındaki ekonomik uçurumun azalması, dünya çapında büyümeyi hızlandırmıştır.
Örneğin 1990’lardan 2010’lara kadar gelişmekte olan ülkelerin küresel ticaretteki payı %33’ten %48’e yükselmiştir ve aynı dönemde dünya genelinde aşırı yoksulluk içinde yaşayan insan sayısı yarı yarıya azalmıştır. Bu tesadüf değildir: Ticaretin ve yatırımın artması, yoksul ülkelerde iş imkânlarını ve verimliliği artırarak büyümeyi tetiklemiş; böylece milyonlarca insan aşırı yoksulluktan çıkmıştır.
Gelişmemiş bölgelerin desteklenmesi, dünya ekonomisinde yeni pazarlar ve tüketici kitleleri oluşması anlamına gelir. Fakir bir ülke kalkındığında, halkının alım gücü yükselir ve bu kişiler yeni ürün ve hizmetlere talep yaratır. Bu da küresel ölçekte şirketler için yeni fırsatlar demektir. Örneğin Asya’nın gelişen ekonomileri, hem üretici hem tüketici olarak dünya ekonomisinin lokomotifleri haline gelmiştir.
Öte yandan, yoksulluğu azaltmak küresel istikrarı da artırır: Fakirlik kaynaklı göç, çatışma ve hastalıklar azalacağı için daha öngörülebilir bir küresel ortam oluşur. Uluslararası kuruluşlar, fakir ülkelerin kalkınmasına yönelik yardımların “kazan-kazan” etkisi olduğunu vurgular, zira bu yardımlar insani bir gerekliliğin ötesinde, uzun vadede zengin ülkelere de daha güvenli ve müreffeh bir dünya olarak geri döner.
Örneğin düşük gelirli ülkelerde sağlık ve eğitim yatırımlarının artması, bu ülkelerin verimli işgücünü büyüteceği için küresel üretime katkı yapacaktır.
Bir başka boyut da, gelişmekte olan ülkelerin çevre koruma, göç kontrolü, terörle mücadele gibi alanlarda daha etkin olabilmesidir; kalkınma yardımları bu alanlarda da pozitif sonuçlar doğurur.
Özetle, az gelişmiş ülkelere yapılan destek ve yatırımlar dünya ekonomisini genişleterek toplam refahı artırır. Tarihsel veriler, ticaret ve kalkınmanın birlikte ilerlediğini göstermektedir: Örneğin 2000’ler boyunca gelişmekte olan ülkelerin dünya ticaretine daha fazla entegre olması, küresel GSYH büyüme oranlarını yükseltmiş ve dünya genelinde milyonlarca kişiye yeni iş imkânları sağlamıştır.
Ayrıca yoksul ülkelerin desteklenmesi, küresel gelir dağılımını bir miktar düzeltip aşırı fakir bölgelerin alım gücünü artırdığından, uzun vadede küresel talebi de yükseltir. Bunun sonucu olarak, hem gelişen ülkeler hem de gelişmiş ülkeler için ekonomik büyüme potansiyeli artar.
Son olarak, fakirlikle mücadeleye harcanan kaynaklar, gelecekte oluşabilecek insani krizleri engelleyerek (örneğin açlık veya salgın hastalık kaynaklı acil durumlar) ekonomik olarak da tasarruf sağlayabilir.
Bütün bu nedenlerle, az gelişmiş ülkelerin kalkınma çabalarına destek olmak, daha kapsayıcı ve güçlü bir dünya ekonomisi yaratılması için kritik görülmektedir.
Destekçilerimize Teşekkürler
Kozyatağı Mahallesi Sarı Kanarya Sokak
Byofis No: 14 K:7 Kadıköy 34742 İstanbul
Telefon: 0216 906 00 42 | E-Posta: info@ kobitek.com
KOBITEK.COM, bir
TEKNOART Bilişim Hizmetleri Limited Şirketi projesidir.
2001 yılından beri KOBİlere ücretsiz bilgi kaynağı olma hedefi ile, alanında uzman yazarlar tarafından sunulan özgün bir iceriğe sahiptir.
Tüm yazıların telif hakları KOBITEK.COM'a aittir. Alıntı yapılabilir, referans verilebilir, ancak yazarın kişisel bloğu dışında başka yerde yayınlanamaz!!!