Danışmanlıkta Tanrı Modu

Bu yazıyı paylaş
X It! LinkedIn Facebook
Danışmanlıkta Tanrı Modu

Ne zaman ki bir “her şeye kadir” iddiası ortalığı kasıp kavurur, işte o an ekip içinde sesler kısılır, yaratıcılık sekteye uğrar.

Danışmanlık mesleğini düşündüğümüzde, çoğu insanın aklına ilk gelen şey; uzman bir kişinin, bir şirkete veya kuruma yönelik stratejik tavsiyelerde bulunması, yol göstermesi ve sorunları çözmesine yardımcı olmasıdır. Bu işi yürüten danışmanlar hem sektör hem de teknik konularda deneyimli, bir bakıma “bilgili rehberler” olarak görülür. Elbette bu tanımın içinde danışmanın gerçek anlamda danışmanlık yapması için gereken pek çok nitelik ve sorumluluk saklıdır. Ancak son zamanlarda, danışmanın kendini ‘her şeye muktedir’, ‘hiçbir hataya düşmez’, hatta neredeyse “insanüstü” konumda görmesi gibi bir olgu tartışma konusu haline geldi. İşte bu olguya, “Danışmanlıkta Tanrı Modu” diyebiliriz.

Tanrı Modu” da ne demek, bunun danışmanlıkla ne ilgisi var?” diyor olabilirsiniz. Aslında “Tanrı Modu” deyimini özellikle bilgisayar oyunlarında sıkça duyarız. Oyunu oynayan kişi, hile kodları yazarak veya bir menüden özel bir seçenek seçerek karakterini yenilmez kılar; ölümsüzlük, sınırsız cephane, sonsuz can, devasa güç gibi ayrıcalıklar elde eder. Oyunda karşılaştığı her engeli aşar, her rakibi dize getirir. Zihni sinir bir kurgunun içindeymiş gibi tek bir tuşla her şeyi elinin tersiyle halletme imkânına kavuşur. Ama danışmanlık hayatı bir oyundan çok daha karmaşık ve çok daha gerçek olduğu için, böyle bir “çok güçlü danışman” imgesi –her ne kadar kulağa çekici gelse de– bir noktada sakıncalı bir yanılgı yaratabilir.

Bu sakıncalı yanılgının kökünde ne yatıyor derseniz, aslında mesleğin doğasıyla ilgili diyebiliriz. Zira danışmanlık, esasta “ortak akıl geliştirerek çözüm üretme” sanatı olarak tanımlanabilir. Müşterinin ihtiyaçlarını anlamak, o şirketin kültürünü, stratejik hedeflerini ve dinamizmini göz önüne alarak öneriler hazırlamak, sürece katkı sağlamak, birlikte öğrenmek ve geliştirmek önemlidir. Yani tek taraflı bir “dayatma” veya “ben bilirim, gerisi boş” yaklaşımıyla yapılacak bir danışmanlık işinin kalıcı ve sürdürülebilir bir değeri olmayacağı açıktır. Danışmanlık sürecinde danışmanın üstlendiği rol, bazen bir rehber, bazen bir kolaylaştırıcı, bazen de stratejik bir yol arkadaşıdır. Kendini “Tanrı Modu”nda gören bir danışman, bu çok katmanlı rolün derinliğini ve o müşteriye özgü çeşitliliği göz ardı etme riski taşır.

Danışmanlığın kritik bir aşaması da müşterinin veya projede birlikte çalışılan ekibin katılımını sağlayabilmektir. Danışman, “benim dediğim en doğrudur, herkes beni dinlesin” tavrına girdiğinde, kuruluş içindeki insanların fikirleri gölgede kalacaktır. Çalışanlar, yıllardır o şirketin ayrıntılarını bilen, sektördeki pratiklere hâkim veya kurumsal bellek açısından son derece değerli kişilerdir. Bu insanların içgörüleri, yöntem ve fikirleri dikkate alınmazsa, danışmanın “Tanrı Modu”ndan sunduğu önerilerin ne ölçüde gerçekçi olduğunu sorgulamak gerekir. Çünkü danışman, kısa bir süre için projeye dâhil olsa da günün sonunda projeyi sürdürecek ya da önerileri hayata geçirecek olanlar şirketin asıl kadrolarıdır. Eğer şirket içindeki kadrolar, danışmanın yaklaşımını içselleştirmiyorsa, sadece “emir-komuta” gibi algılıyorsa veya korkudan, mecburiyetten uyuyorsa, aslında o proje uzun vadede başarılı olamaz. Bir süre “bu da geçer” mantığıyla danışmanın direktifleri uygulanır; ama danışman sahneden çekildiğinde her şey eskiye döner.

İşin bir diğer boyutu da aşırı özgüven veya kibir durumudur. Bazı danışmanlar, sektörde belli başarılar elde ettikçe, büyük isimli müşterilerle çalıştıkça veya prestijli firmalara gidip geldikçe “Ben her şeyi çözerim; herkesin sorununu hallederim” hissine kapılabilir. Başarı güzeldir, özgüven de işin bir parçasıdır; ancak unutulmaması gereken şu: Her şirket farklıdır. Sektör aynı olsa bile, şirketin kültürü, ekibi, iç süreçleri, vizyonu, hatta bölgesel farklılıkları apayrı olabilir. Daha önce A şirketinde harika sonuçlar getiren bir pazarlama stratejisi, B şirketinde beklenen etkiyi vermeyebilir. Dolayısıyla danışman, “A’yı çözdüm, B aynı mantıkla çözülecektir” düşüncesine kapıldığında tam anlamıyla “Tanrı Modu”na geçmiş olur. Danışmanın görevi, yeni bir müşteriye veya projeye başlarken, sıfırdan öğrenmeye hazır olmaktır. Tabii ki kendi deneyimini, birikimini masaya koyacak; ama bunu dayatma şeklinde değil, “Bu işte siz neler düşünüyorsunuz, neyi farklı görüyoruz?” diyerek karşılıklı etkileşime açarak yapmalı. Aksi durumda, danışman “ezbere” bir reçete sunmuş olur ve işin içine o şirketin ruhu veya gerçek ihtiyaçları tam olarak girmeyebilir.

Bu “Tanrı Modu” tutumunun bazen fark edilmeyen bir boyutu da danışmanın kendi ekibinde ve müşteri ekibinde “öğrenme korkusu” yaratmasıdır. Çünkü herkes danışmanın “her şeyi bilen ve asla hata yapmayan” kişi olarak yansıtıldığı bir ortamda, kimse onu sorgulamaya, daha fazla soru sormaya, farklı bakış açıları sunmaya cesaret edemez. Danışmana “Bu tam olarak bize uymaz gibi, biraz daha konuşalım” diyen birisi, terslenmekten veya yargılanmaktan endişe edebilir. Oysaki danışmanlık projesinin başarısı tam da bu karşılıklı etkileşimden doğar. Eleştirel düşünce, soru sorma, farklı senaryoları değerlendirme gibi aşamalar olmadan, tek bir fikri “ilahî emir” gibi benimsemek son derece risklidir. Şirket içi paydaşlar “Zaten danışman dedi, biz bir şey bilmeyiz” moduna girince pasifleşirler; kendilerini geliştirecek, yeni fikir üretecek bir alan bulamazlar. En nihayetinde, danışmanın işi bittiğinde geriye öğrenmeyi unutmuş bir kurum kalır.

Peki “Tanrı Modu” bir danışmana hiçbir zaman avantaj sağlamaz mı? Her şeyin mutlaka bir artısı ve eksisi vardır. Bazı kriz durumlarında, şirketin kaosla yüz yüze olduğu çok acil zamanlarda, katı bir liderlik veya keskin talimatlar kısa vadede düzen sağlayabilir. Eğer şirketin içinde belli bir panik hâli varsa ve danışman hızlı şekilde kararları dikte ederek geçici bir düzen kuruyorsa, bu yaklaşımdan kısa vadeli bir fayda görebilir. Ancak bu durum sürdürülebilir değildir. Kriz atlatıldıktan sonra daha katılımcı, iş birlikçi, esnek ve öğrenmeye açık bir yönetime geçilmediği sürece, “diktatör danışmanlık” tarzı kalıcı bir çözüm olmaktan uzaktır. Üstelik danışman projeden ayrıldıktan sonra, organizasyonun karşılaşacağı yeni sorunlara uyum sağlama kapasitesi düşmüş olur.

Bu noktada, mesleğin etik boyutu da devreye giriyor. Danışman, sadece vereceği raporlarla ya da sunumlarla sonuç çıkaran biri değil, aynı zamanda kurumun insan kaynağına temas eden, onların motivasyonunu ve enerjisini etkileyen önemli bir aktördür. “Tanrı Modu”na girmiş bir danışman, öyle ya da böyle bir “korku iklimi” yaratabilir. İnsanlar, danışmanın gölgesinde kalmamak için sessiz kalırlar veya sürekli onay peşinde koşarlar. Bu durum, mesleki etiğin yanı sıra, insani ve kurumsal açıdan da zararlı bir döngüye neden olur. Danışman, kendi doğrularına “son nokta” gözüyle bakar; başkalarının da bunu kabullenmesini bekler. Oysa danışmanın en büyük sorumluluğu, örgüt içinde kalıcı bir iyileşme ve kendini geliştirme kültürü oluşturmaktır. Eğer yöntemleri, iç dinamikleri öldüren bir hale gelmişse, danışmanın varlığının ne kadar anlamlı olduğu tartışmalıdır.

Ben, “Danışmanlıkta Tanrı Modu” şeklinde bir yaklaşımı duyduğumda, aklıma eski tip “bilgi saklayan, kendini gizemli bir otorite gibi sunan” danışman profili geliyor. Hani şu, herkese ayrı bir el kitabı verip, sayfalarca metodoloji anlatan ama aslında şirketin ekibiyle yeterince iletişim kurmayan, her şeyi tek bir “mucize reçeteyle” çözmeye çalışan danışmanlar… Bu tarz bir yaklaşımın, özellikle günümüzün çalkantılı ve hızla değişen iş dünyasında geçerliliğini koruması çok zor. Çünkü artık şirketler de, çalışanlar da, pazarlar da daha bilinçli ve değişken. Tek bir öğretiyle her şeyi halletmek mümkün değil. Müşteriler, danışmanlardan hem uzmanlık hem de esneklik ve iş birliği bekliyor. Danışmanın –tabiri caizse– “gövde gösterisi” yapmasından çok, “samimi bir iş ortağı” olmasına ihtiyaç duyuyorlar.

Elbette danışmanlar bazen çok net söylemlerde bulunmalı, “Burada büyük bir problem var, bunu düzeltmeden ilerleyemeyiz” diyerek farkındalık yaratmalı. Ama bunu yaparken, ekibi tamamen devre dışı bırakmadan, onlarla analiz etmeye, birlikte çözüm üretmeye, hatta birlikte deneme-yanılma yapmaya zaman ayırmalı. Zira danışman, proje tamamlandığında o şirketten ayrılacak olsa bile, orada çalışanlar yollarına devam edecek. Onların danışmanlık sürecinde öğrendikleri, edindikleri yeni perspektifler, sonraki yıllarda da fayda yaratmalı. Eğer “Danışman her şeyi halletti, biz izledik” gibi bir atmosfer oluştuysa, bu danışmanlık projesi bana göre tam manasıyla başarılı olmamış sayılır.

Kişisel olarak, danışmanlık mesleğinin en keyifli yanı “öğrenmeye devam etmek” diye düşünürüm. Her yeni projede, her yeni müşteriyle karşılaştığımda, ben de yeni bir şeyler öğrenirim. Onların sektör deneyimleri, iş modelleri, karşılaştıkları zorluklar, kullandıkları araçlar, organizasyon yapılarına dair farklı yaklaşımlar… Tüm bunlar benim dünyamı genişletir. Eğer “Ben zaten bunları çok iyi biliyorum, her şeyin formülü bende!” gibi bir yaklaşımım olsa, hem öğrenme şansımı kaybederdim hem de müşteriye karşı aşırı kibirli bir duruş sergilemiş olurdum. Bu ikisi de hem mesleki hem de insani açıdan bana pek uygun düşmez. Üstelik, danışmanlık sürecinde bence en zevkli kısım, bu etkileşimin getirdiği ortak akıl ve ortak kazanım hissi.

Danışman, elbette belli bir bilgi ve tecrübe birikimine sahip olmalı ama daima şunu bilmeli: “Karşımdaki şirketin ve insanların da kendi deneyimleri, içgörüleri, duygu ve düşünceleri var.” Bu perspektif, danışmanın iletişim biçimine, proje yönetimine ve liderlik tarzına yansımalı. Müşteriye “Doğru cevabı yalnızca ben biliyorum” demek yerine “Gelin, beraber en uygun çözümü bulalım” denmeli. Karşılıklı güven ve saygı olmadan kalıcı bir danışmanlık başarısı elde etmek mümkün değil.

Bir diğer önemli konu, müşterilerin de danışmandan ne beklediğini netleştirmesi. Müşteri, “Bu danışman gelsin, tüm sorunlarımızı sihirli değnek gibi çözsün” diye düşünürse, danışmana farkında olmadan “Tanrı Modu” yolunu açmış olur. Müşterinin, danışmanı bir “tedarikçi” veya “kurtarıcı” olarak görmek yerine, yol arkadaşı ve stratejik iş ortağı olarak görmesi büyük fark yaratır. Çünkü bu yaklaşımda, şirket çalışanları da sürece katılır, danışmana değerli geri bildirimler sunar, danışmanla birlikte öğrenir. Böylece proje sona erdiğinde şirket içinde kalıcı bir öğrenme ve gelişim kültürü oluşmuş olur.

Ayrıca, danışmanın kendi ekibindeki genç arkadaşlara da örnek olması önemlidir. Onlara “Danışmanlık, müşteriye hükmetme sanatı değil, müşteriye değer katma ve ortak akılla çözümler üretme sanatıdır” mesajını vermek gerekir. Genç danışmanlar, tecrübeli üst düzey danışmanların “Tanrı Modu”na benzer bir stile özenirlerse, mesleğin temelinde yatan merak, esneklik ve insan odaklılık değerlerinden uzaklaşabilirler. Bu nedenle, deneyimli danışmanların hem etik hem de profesyonel bakımdan sorumluluğu büyüktür.

Son olarak, “Tanrı Modu” zihniyetinin sadece danışmanlıkta değil, aslında birçok sektörde liderleri veya uzmanları tehdit eden bir tuzak olduğunu söyleyebilirim. Sağlık sektöründe “God Complex” diye bilinen doktor davranışları, yöneticilikte “Ben her şeyi bilirim” yaklaşımı, akademide “Uzmanlığım sorgulanamaz” tavrı gibi pek çok örnek var. Bu durum, insanın kendisini “yanılmaz” veya “mutlak otorite” görmesiyle ilişkili. Ancak danışmanlık mesleğinde, müşteriyle kurulan yakın ilişki ve müşterinin sorunlarına ortak çözüm bulma gerekliliği, bu tür bir yaklaşıma çok daha büyük zarar verebilir. Çünkü danışman müşteriyle bir ekosistem oluşturur; bu ekosistem içinde danışmanın kendisini müşterinin gerçeklerinden kopuk şekilde konumlandırması, projenin özüne aykırıdır.

Özetle, danışmanlık mesleğinde “Tanrı Modu”na girmenin cazibesi bazen çok güçlü olabilir. Daha önce elde ettiğiniz başarılar, sizi öven eski müşteriler, bol sıfırlı bütçeler, üst düzey yöneticilerle kurulan yakın temaslar insanı bu yola çekebilir. Fakat danışmanlık, kendini yüceltme alanı değil; bilakis sürekli öğrenme, keşfetme ve rehberlik yapma alanıdır. Müşterinin ekibiyle etkileşime girmeden, onların bilgi birikimini dikkate almadan, şirket kültürünü anlamadan ortaya konan çözümler –ne kadar “muhteşem” görünse de– çoğu zaman sadece kâğıt üzerinde kalır. Aynı zamanda, o şirketin çalışanlarının gelişimine katkı sunacak olan da aslında katılımcı bir danışmanlık yaklaşımıdır.

Danışmanlıkta Tanrı Modu” ifadesi, belki de kulağa biraz esprili veya abartılı gelebilir, ama işin özünde bir uyarı niteliği taşıyor. Danışmanın rolü, sorun çözen, yol gösteren, ortak düşünce üreten ve rehberlik eden roldür. Kendi gücünü ve bilgisini, müşterinin potansiyelinin önüne koymaya başladığında ise danışmanlık etiğiyle çelişen, sürdürülebilirliği olmayan bir yola sapar. “Tanrı Modu” metoforu, danışmanın kendini yenilmez görmesine, her zaman en doğruyu bildiğine inanmasına ve belki de bundan beslenen bir “kolaycılık” hissine işaret edebilir. Oysa gerçek dünyada –iş dünyası, kurumsal hayat, aile şirketleri, çokuluslu organizasyonlar, hangi bağlam olursa olsun– mutlak doğrular yerine, sürekli değişen koşullar, belirsizlikler ve yeni öğrenme alanları vardır. O nedenle “Tanrı Modu” yaklaşımı her ne kadar fantezi gibi cazip olsa da, uzun vadede danışmanın ve kurumun başarı şansını düşürür.

Samimiyetle söylemek gerekirse, işin en keyifli yanı, o “ortak üretim” aşamasını deneyimlemek. Şirket yöneticileri ve çalışanlarıyla masaya oturup “Hadi şu problemi nasıl çözebiliriz?” diye birlikte düşünmek, kimsenin aklına gelmeyen yaratıcı önerilerin çıkmasına izin vermek, öğrenmeyi ortak bir paylaşım haline getirmek hakikaten hem danışmanı hem de müşteriyi büyüten bir yolculuk. Eğer danışman, “Ben bu işe hükmediyorum, kimseyi dinlemem, ben Tanrı Modu’nda çalışırım” diye işe başlarsa, tüm bu keyifli ve değerli etkileşimlerden mahrum kalmış olur. Kısacası, “Danışmanlıkta Tanrı Modu”ndan kaçınmak, hem mesleğin doğasına hem de insanın gelişim yolculuğuna sahip çıkmak demektir.

Her ne kadar “Tanrı Modu” ifadesi kulağa eğlenceli gelse de, mesleğin ruhuna büyük bir tehdit oluşturduğunu unutmamak gerekir. Sonuçta danışmanlık, birlikte öğrenme ve birlikte ilerleme sanatı olduğuna göre, bunun tadını doyasıya çıkarmak varken, her şeyi tek başına bilen ve dayatan biri olmak pek de cazip bir seçenek değil. Danışmanlık veya herhangi bir uzmanlık işinde, kendimizi zaman zaman sorgulamanın, “Acaba ben de Tanrı Modu’na mı kayıyorum?” diye iç muhasebe yapmanın, bizi her daim daha iyi bir profesyonel ve daha iyi bir insan kılacağını hatırlatmak isterim.

Yazıyı bitirdikten sonra aklım gelen kısa şeyi de yazmadan bitiremeyeceğim ????:

“1995 veya 96 da New York sokaklarında dolaşırken tam nerede olduğunu şu anda hatırlayamadığım bir yerdeki bir “Hard Rock Cafe” girişindeki sundurma 54 model bir Chevrolet’nin bagajıydı ve üzerine “God Is MY Co-pilot” yazıyordu. Önce bir küçümseme var mı diye düşündüm ama yoook, aslında tam oturuyor. Eski bir yarışçı olarak bu yazının sonunda onu: “Danışman co-pilotumdur” haline getirdim ????.

Diğeri ise: “Cehalet ile bilgelik arasındaki ince çizgi “bilmediğini bilmekte” yatar.

Reklam
Kobitek'e ücretsiz üye olun

37 kere okundu


Etiketler:

Tufan Karaca
Tufan Karaca

1954 doğumlu olan Tufan Karaca, Kadıköy Maarif Koleji’nden mezun olduktan sonra eğitimini Virginia Polytechnic Institute and State University’de tamamlamıştır. 45yıllık profesyonel yaşamının 20 yılını dokuz farklı ülkede, uluslararası şirketlerde üst düzey yöneticilik yaparak geçirmiştir.

İş dünyasında edindiği deneyimleri eğitim alanına da taşıyarak, Yeditepe Üniversitesi ve Özyeğin Üniversitesi gibi önde gelen üniversitelerde dersler vermiştir. Halen yönetim danışmanı olarak kariyerini sürdüren Karaca, yönetim eğitimleri ve stratejik danışmanlık hizmetleri sunarak, modern iş yönetimi ilkelerini ve trendlerini kurumlara aktarmaktadır.

Yönetim alanındaki uzmanlığını kaleme aldığı “Girişimciler için Kolay ve Hızlı İş Planı Hazırlama”, “Career Management In a Disrupted World “, “Yeni Dünya Düzeninde Kariyer Yönetimi”, “Arts Entrepreneurship: How to Craft Your Creative Business Model”, “Sanatta Girişimcilik - YARATICI İŞ MODELİNİZİ NASIL GELİŞTİRİRSİNİZ? “gibi kitaplarıyla geniş bir kitleyle buluşturan Karaca, girişimcilik, stratejik esneklik ve VUCA gibi güncel yönetim konularında çalışmalarını sürdürmektedir.

Reklam
Reklam

BÜYÜTEÇ

Destekçilerimize Teşekkürler


Kozyatağı Mahallesi Sarı Kanarya Sokak Byofis No: 14 K:7 Kadıköy 34742 İstanbul
Telefon: 0216 906 00 42 | E-Posta: info@ kobitek.com

KOBITEK.COM, bir TEKNOART Bilişim Hizmetleri Limited Şirketi projesidir.

2001 yılından beri KOBİlere ücretsiz bilgi kaynağı olma hedefi ile, alanında uzman yazarlar tarafından sunulan özgün bir iceriğe sahiptir.

Tüm yazıların telif hakları KOBITEK.COM'a aittir. Alıntı yapılabilir, referans verilebilir, ancak yazarın kişisel bloğu dışında başka yerde yayınlanamaz